Friday, September 19, 2008

ver mektubumu

clash cd'mi, hole cd'mi ve grease plağımı geri istiyorum :(

bunları istemeyi düşündüğüm anda onlar da benden bir şey alırlar diye dile getiremedim. ama sonra düşündüm ki, onlara geri verebileceğim pek bir şey yok. keşke isteseymişim. onları bir daha gördüğümde söylemek istiyorum ama onları görmemeyi grease plağından daha çok istiyorum. keşke hiç olmasalardı.

eskiden birbimize "seni seviyorum" derdik. son yıllarda "seni seviyorum" dediğim insanlar değişti ve ben onlara hiç demediğimi farkettim. nedenini merak ediyordum "alıştık artık birbirimize ondandır." diyordum. ama ben hep saf olandım. sevmiyoduk işte birbirimizi, sebep buydu.

hayatımda kurduğum en önemli ilişkilerden 3 ünün bir sene içerisinde yok olması psikolojik yardıma muhtaç hale düşürdü beni. gidip kan kusasım var, onlardan ne kadar çok nefret ettiğimi anlatasım var. bunu söylemezsem kimse anlamaz çünkü, hala safım ben.

hayatımda ilk defa ailem bana "hayır, yapamazsın" diyo. şu ana kadar bana hiç karışmamışlardı yaptığım hiç bir şey için. özellikle arkadaşlarım konusunda tek kelime etmezlerdi, bir şey söyleyecek olsalar sustururdum. ama artık bir şey söyleyemiyorum. "onlarla kesinlikle konuşmıycaksın, gördüğün zaman selam bile vermiyceksin, onlar senin muhattabını hiç bir şekilde haketmiyolar, bana mazeret bulmaya çalışma, hala 'ama... ama...' diyosun, kızım sen ne kadar safsın ne kadar salaksın yıllardır bu insanlar seni kullanıyolar, yıllardır sana kazık atıp duruyolar, arkadaşın olmadıklarını görmen için seni sokağa atmaları mı gerekiyordu, onlarla en ufak bir şey konuşursan ben de senin annen değilim."

bana bu kadar saf olmamam gerektiğini söylüyorlar. çıkar ilişkisi içerisine girmemi, kendimi bu kadar vermememi, bu kadar duygusal davranmamamı, bariz işaretleri kendime göre yorumlamamı, göründüğü gibi ele almamı vs. ama ben buyum ben safım ve onların yaptığını yaparsam onlar gibi olurum, ben ki onları hayatımdan çıkarmaya çalışıyorum, onlardan nefret ediyorum, nasıl nefret ettiğim birine dönüşebilirim, yapamam ben bunu.

salaktım, kabul ediyorum, çok salaktım, hayatım boyunca resimlerini ablamın annemin ve babamın resimlerinin önüne koydum, cizdanımdan resimlerini çıkarıp "bak, bunlar benim en sevdiğim insanlar" dedim diğerlerine. beni aylarca aramayıp, anca sevgilisinden ayrıldığında ağlamak için yanlarına çağırmalarına rağmen, aylarca evime çağırıp, gelmeyip, sevgilisinin evine davet edilmediği için "eliif, bu hafta sonu sizdeyim!" diye aramalarına rağmen, zor halde olduğumu bilip sadece yardım isediklerinde beni aramalarına rağmen, ben her güzel şey yaşadığımda davet ediyoken onları oraya, güzel zamanlarında haber bile vermemelerine rağmen ve daha buna benzer bir sürü şeye rağmen onların en yakın arkadaşım olduklarına inandırdım kendimi.

artık yoklar, onların suratlarını dahi görmek istemiyorum, yaptığım her şeyi geri almak istiyorum ve karşılığında onlara hiç bir şeyi geri vermek zorunda kalmazdım.

onlara verdiğim sevgiyle ben 10 kişiyi severdim bu 20 yıl boyunca. hala onlar için yaptığım şeyleri düşündükçe kafayı yiyorum, geçen seneki gibi uyuyamıyorum, yemek yiyemiyorum... ne iyi bir yıla başlama şekli bu böyle...

Tuesday, August 19, 2008

cocaine! toothache drops!


anladım ki, hiç bir şey beni üzemezmiş, hiç bir şey hayatımda bir sorun haline gelemezmiş, hiç bir şey beni amacımdan yıldıramazmış ,
çünkü diş ağrısı diye bir şey varmış, o her şeyi yenermiş!

Sunday, August 17, 2008

my manic

ben bugün ona ondan nefret ettiğimi söyledim ama yok öyle bir şey. dikkatini çekmek için yaptım bunu. itiraf ediyorum.

Saturday, August 16, 2008

I don't believe him

He greets me with kisses when good days deceive him and sometimes I believe him. And sometimes I'm convinced, my friends think I am crazy. Sometimes I get scared and call him but he's usually hazy.
By one in the morning day is not ended, by two he is scared and sleep is no friend, and by four he will drink but he cannot feel it, sleep will not come because sleep does not will it! And I dont believe him. Morning is mocking me.
Oh the gods that he believes never fail to amaze me. He believes in the love of his god of all things, but I find him wrapped up in all manner of sins. The drugs that deceive him and the girls that believe him.
I can't control you I dont know you well, these are the reasons I think that you're ill.
And since last that we parted and last that I saw him, down by a river silent and hardened, morning was mocking us. Blood hit the sky.
I was just happy, my manic and I. But he couldn't see me the sun was in his eyes
And birds were singing to calm me down

And I'm sorry young man, I cannot be your friend. I don't believe in a fairytale end.

I dont keep my head up all of the time. I find it dull when my heart meets my mind

And the gods that he believes never fail to disappoint me. My happy man, my manic and I have no plans to move on.
The birds are singing to calm me down.


(Laura Marling - My Manic and I' ın değiştirilmişi)

Saturday, July 19, 2008

cut your hair

bunalıma girip saç kestirip saç kesimi kötü olduğu için yeniden bunalıma girmek gariptir.

Tuesday, July 08, 2008

tun

o bana inanmamamıştı ama ben ona aşıktım.

gözümü karartıp atladığım dönemlerdi çünkü o, limitsiz hissediyordum.

3 yıldır devamlı mektupları açıp okumak, fotoğrafı olmadığı için ona benzeyen bir herifin fotoğraflarına bakıp onun suratını çıkarmaya çalışmak, msn'de var mı yok mu diye kontrol etmek, onun kapısına gidip ona evlenme teklifi edip onunla beraber ortadan kaybolma hayalleri kurmak eğer birini unutamadığım anlamına geliyorsa ciddi cidd, ben onu unutamamışım, o benim unutamadığım tek sevgilim.

çünkü çok anlamsız bir şekilde bitti.

üstelik her şey o kadar güzelken.

uzakken, ama yine de mesafeyi sallamıyorken.

Sunday, July 06, 2008

mr. smith

sen kimsenin sevgilisi olmuyorsun. sen insanların sevgilisi gibi davranıyorsun. belirli değerlerin belirli bir kişiliğin var ama herkese aynı "kız arkadaş" ı sunuyorsun. çünkü hepsine aynı şeyi hissediyorsun.

hiçbir şey!

"belki olur bu sefer" diye başlıyorsun, ciddiye almıyorsun ama ayrılırken bu böyle olmuyor. bir ilişki yaşadığında elinde ayrılıktan başka bir şey kalmıyor, yaşadığın şey sana bir şey katmıyor.
ve her ayrılık seni daha çok yaralıyor.

insanlar, insanların seni terk etmesi değil seni yaralayan, bunu görebiliyorum, seni bir kez daha başarısız olmuş olduğun gerçeği yaralıyor
(ama sorun şu ki başarılı olacağına da inanıyor değilsin ki, biliyorsun sonucun ne olacağını ama yine de yaralanıyorsun, aptal)
ayrılıkları takmıyor olsan sorun değil, ne yapmak istersen onu yap diycem...

ama yaralanıyorsun.

materyalist insanlardan ve materyalist bir yaşantıdan bıktın. sana bu yıkımı yaşatmış şey bütün bunlar çünkü. geçmiş materyalist başarıların var, bu yıkımın üstesinden gelmek için gerçekleştirmiş olduğun.

ama hiç biri umrunda değil.

bilincindense bilinçaltından yönetilmeyi istiyorsun. seni duyguların yönetsin istiyorsun ve karşındaki insan da böyle olsun istiyorsun.

sen karşında olmak istediğin gibi biri olsun istiyorsun.

çünkü sen karşındaki insana göre davranıyorsun ve materyalist olmaktan bıktın. hayatta en önemli şeyin duygular olduğuna inandın sen her zaman.

bu hayalini kurduğun insan vücut bulsun istiyorsun. hayalini kurduğun sen karşında bir sevgili olarak vücut bulsun istiyorsun, ancak böyle yeniden inanmaya başlayabilirsin. aslında senin her zaman istediğin, senin her zaman ihtiyacın olan şey biri değil, ihtiyacın olan şey yine bağlanabilmek, aynı sevinci yaşamak için yine sevebilmen.

bu yüzden onu arıyorsun.

Wednesday, July 02, 2008

i'm never gonna know you now but i'm gonna love you anyhow

3 Nisan 2006
onu terkettiğim sıralardı. onu bırakıp yerine başkalarını aldığım zamanlar, ama ne zaman acı çeksem yine dönüp dönüp ona tutunduğum zamanlar.
bu da ona tutunduğum bir yazı daha.
gönderilmemiş mektuplarımdan.
ay ne kadar salağım!

soğuk bi gece, şehrin ışıklarını gören bi tepede, arabamızı parkedelim, ıslak toprağın üstüne oturup bulabildiğimiz en kalın kıyafetlere sarınalım, o akustik gitarını alsın, bana between the bars çalsın istiyorum. sonra şarkı bitince hiç konuşmadan sarılıp, sırtımızı arabaya dayayıp şehrin ışıklarının yavaş yavaş sönmesini izleyelim istiyorum. ama böyle bir şey olmıycak. bu yüzden çok mutsuzum.

Wednesday, June 25, 2008

milan

kafayı yemek üzereyim!!
8-14 temmuz arası thy'den milan'a gidiş dönüş 111 euro
o tarihlerde italya'da, biri milan'da olmak üzere 3 sigur ros konseri var
bilet fiyatları 34 ila 50 euro arasında değişiyo

laaanet olsun, hiçbir şey!! ama hiç bir yere gidemiyorum! bıraktım izlanda'ya gitmeyi, bulunduğum kıtadaki bi ülkeye bile gidemiyorum!

belçikalı arkadaşımla rock werchter'i kaçıracağı için dalga geçmiştim, o da bana "elif, we have a festival in every 15 days" demişti, ben de gülmüştüm. kıçımla. baktım, gerçekten öyleymiş. günde 6-7 konser falan var ülkede ki yüzölçümü düşünülürse ülkenin herhangi bir yerinde brüksel'deki konsere gelmek izmit'ten istanbul'a gelmek gibi bir şey olsa gerek. ya da asya kıtasından avrupa kıtası'na geçmek gibi, ne bileyim! sigur ros rock werchter'de çıktığı yetmiyomuş gibi bir de birkaç gün sonra tek başına konser veriyo yine aynı ülkede!

inanılır gibi değil.

Tuesday, June 17, 2008

ágætis byrjun


izlanda'ya gidip uçaktan/gemiden iner inmez mp3 çalarımı açıp ágætis byrjun dinlemek istiyorum.

Friday, June 06, 2008

gece gece...

canım çok sıkıldı. açım ama o kadar şişkolaştım ki yemek yemek falan istemiyorum. moralim bozuluyor resmen.
lane moje dinliyorum... her zaman demişimdir o sene sertap erener değil de zeljko joksimovic birinci olmalıydı diye. sırbistana gidip sokaklarda bu şarkıyı söylemek istiyorum.!
pasaportumu aldım, sırbistana gidebilirim. hatta yunanistana bile gidebilirim vize istemiyorlarmış yeşil pasaporttan, canlarım benim, ben de eurovisionda biz onlara puan veriyoken onlar bize hiç puan vermiyo diye kızıyordum hep...
ermenistana fransaya falan da hep puan veriyoruz, çok iyi kalpliyiz, eurovisionda puanlar siyasi ilişkilere göre veriliyor önermesini yalanlıyoruz resmen. hoşuma gidiyor.
azerbaycan bizden yüksek puan almalıydı bu sene kesinlikle. şovları şahane değil miydi? hayatımda ilk defa eurovision'da oy verdim :D ben azerbaycan'ı azeri tv'den ibaret bişey sanıyordum. türkiye'yi trt den tanımak gibi bir şey bu ama farkedememiştim. baktım, tren yokmuş o taraflara. hem de çok uzak! ama bir gün gidicem belki severim kalırım orda.
önce izlandaya gidicem ama. belki orda da kalırım başka yer görmeme gerek kalmaz. arkadaşım izmirde izlanda konsolosluğu bulmuş, beni bekliyomuş gitmek için, geçen geldi söyledi. çok heyecanlıyım. diyorum ki belki beni severler, kollarına alırlar, izlandaya götürürler.
şimdilik izmire de gitsem yeter ama. bıktım marmaradan. istanbuldan izmitten... yazın o güzelim festivallere gelmek bile içimi karartıyo. ki, evet, planlarım altüst oldu sadece festivallere de gelmiycem. sevgilim var. çok garip şeyler oluyo. olan biteni garipsiyorum. alışıverdim çocuğa, bırakasım gelmiyo. kendimi, kendim için özene bezene yaptığım yaz planlarımı onun için tümüyle değiştirirken buluverdim. arada bir şarkılarda dalıp gidince kendi kendimi tokatlamam gerekiyo. noluyo lan!
eh tabi ki ne sulukule hakkında okuyasım ne de yazasm var. sigur ros un yeni albümünden yayınlanan ilk şarkı çalıyorken bir yandan türkiye'de kalmama bile olanak yok benim! karanlık müzik diyenlere tükürüklü bir şekilde dil uzatırcasına mutlu bir şarkı bu. gobbledigook. harry potter'daki sihirli yaratıkların birinin adı gibi. ama değil. gobbledygook şeklinde yazınca ingilizce'de "anlamı olmayan dil" demek oluyormuş. hopelandic yani. şarkı ismi bile yapmışlar. bu arada wikipedia'nun türkçesinde sigur ros'la ilgili entry yi değiştirdim ve çoooooooook mutluyum. evet evet, sigur ros un nasıl okunması gerektiğini ben yazdım oraya! ama bunu bir native speaker'dan duymadım. sadece okuma kurallarına göre yazdım ki hala da emin değilim iki sesli harf arasındaki "g", "g" diye mi okunuyor yoksa "g" ile "ğ" arası bir şey mi falan...
yaz da geldi yine. kollarım ve suratım siyah geri kalan yerlerim beyaz. beşiktaşlıyım evet ama bunu sergilemek zorunda falan değilim. kışımı, karımı, soğuğumu, gri bulutlarımı geri istiyorum ben. amiina dinlemek istiyorum yine!
ben küçükken çok salakmışım, geçen, yıllar önce yazdığım şeyleri okudum da, haha, berbattı. bunu da bi süre sonra okuyunca "ay ne salakmış" diycem muhtemelen. hatta 5 yıl geçmesine de gerek yok , yarın falan belki...
yarın bütün gün sulukule okuycam, sonra türkiye portekiz maçını izliycem sonra da sevgilim bu tarafa uçuyorken ben de post dial'da çılgınlar gibin dans edicem!
anneme anlattım sevgilimi. bekleidğim tepkiyi verdi:"ben kızlarımı o kadar okutuyorum zengin kocalar bulsunlar diye gidiyo ikisi de bassçı buluyo, allahım yarabbim!!" hehe! müzisyenlik de bi meslek, fotoğrafçılık da öyle. kabul edelim. mini etek giyip insanlara yalan söylemek bi meslek olmamalı esasen. ahh! korkuyorum! halkla ilişkiler okuyor olmaktan hiç ama hiç memnun değilim, napıcam bilmiyorum.
şarkı söylemek istiyorum. fotoğraf çekmek istiyorum. eve taşınmak istiyorum, yurttan kurtulayım, evimi dekore ediyim onu çok seviyim bi de kedim olsun istiyorum.

Sunday, February 17, 2008

biri büyüdüğüm yere pudra şekeri serpmiş!!

beni tanıyan herkes msndeki muhabbetine "gözün aydın elif, sonunda istediğin kadar kar yağdı" diye giriyo.
sonunda istediğim kadar kar yağdı! şansıma da izmit'teyim. izmit'in tek güzel yerinde, yahya kaptan'da. bildiğim yerler arasında kar yağdığı zaman en güzel olacak yerlerden birinde yeşil olan her taraf şimdi beyaz oldu. hatta o kadar çok kar yağdı ki yollar bile kar oldu.
sabah kalktığımda istanbul'a gitmek zorundaydım ve yollardaki sorunlar yüzünden pencereden dışarısına karşı kayıtsız kalmıştım. insanlar da manyak mıdır nedir, normalde yarım saat sonraki arabaya bilet bulabiliyoken, bu karlı, yolların buzlu olduğu günde 2 saat sonraya bile bilet bulamadım! çok da karanlığa kalmak istemedim malum istanbul kötü hava koşulları konusunda çok şımarık bi şehir, aynı izmir gibi, hemen hayat felç oluyo kimse hiç bi yere gidemiyo vs vs vs. en sinir olduğum şey de lapa lapa kar yağıyoken ve her yer santimetrelerce bembeyaz olmuşken insanların bu durumdan söyleniyo olması. evet gerçekten istanbula gelmek istemedim ve birdenbire ben boşverdim.
kar yağdığında insanlar "ev" de olmalı, dışarılara çıkmamalı fazla. belki de ondan erlend le eirik'in homesick diye bi şarkısı var...
sevmiyorum izmit'i ama gene de burası benim evim, benim büyüdüğüm yer ve dediğim gibi kar yağınca çok güzel olan bir yer
işin en güzel tarafı, ben hayatımda böyle kar yağdığını görmedim!!!! babam eve geldiğinde yarım metre olduğunu söylemişti, stumble'a takıldığımdan saatlerce dışarı çıkmadım, işimi bitirene kadar havayı kararttım, ama her yer o kadar beyaz ki dışarısı karanlık değil!
ve yarım metre değildi. hiç ayak basılmamış yerlere girdiğimde dizimi fazlasıyla geçiyodu kar. bu inanılmaz bişey!
bakkala gidicem tuvalet kağıdı ve su alıcam diye çıktım, saatlerce eve dönmedim. amiina'yı kulağıma taktım ve sokaklarda sadece ben ve o vardı! önce sadece bakıyodum, sonra eldivenimle dokunmaya başladım, sonra eldivenimi çıkardım, sonra elime kar alıp onu şekillendirmeye başladım, sonra ağaçların üzerinde birikmiş karlara şekiller yapmaya başladım... bu arada yürürken büyüdüğüm yerleri görüyodum, en yakın arkadaşlarımla vakit geçirdiğimiz yerleri... ağaçlar büyümüş yolların üstünü örtmüş, her tarafı kaplamış, eskiden sadece salıncaklar kaydıraklar ve banklar olan parkların etrafını küçük çalılar kocaman çam ağaçları kaplamış ve tabiki hepsi beyazdı! ağaçaltını, ilk aşkımın evini, ilk sevgilimin evini, eski evimi, melislerin parkını, anılların parkını da gördükten sonra artık kendimi tutamadım, hiç ayak basılmamış yerlere girdim, koşmaya başladım, karları savurdum, karların üzerine kendimi bıraktım, kalktım, koşmaya devam ettim... ah evet bunların hepsini yaptım !
bi zamanlar burda 7 yaşındaydım ben, insan yabancılık çekmiyo.
eve geldiğimde her tarafım sırılsıklamdı. üzerimdeki karlarla halıyı bembeyaz yaptım, babam görmedi ama, umarım ıslaklığı da farketmez.
su almayı unuttum, önemli bişey daha vardı onu da unuttum, onun yerine çikolata ve kahve aldım sadece.
ben kesinlikle 365 gün kar yağan bi yerde yaşamalıyım! mutluluktan ölünür mü acaba?

Saturday, January 26, 2008

eski blog

eskiden yazdığım bir blog daha olduğunu hatırladım ve hemen onu buldum. şansıma neredeyse 2 yıldır hiç dokunmamama rağmen silinmemiş ya da herhangi bir şey olmamış, hala pembe pembe duruyor. mr. smith de var!!!
o kadar neşeliyim ki!! (burda bir anime kızı edasıyla gözlerimi kısıp kocaman gülümsedim)
bu blogda da durmasını istediğim bir yazım var, hemen kopyalıycam buraya. gözümün önünde dursun, ben de artık kötü bir kız olmayı bırakıyım diye.

pembeyim ben
ben takıntılı bi insanım!
biri pembe kelimesini bana seslemek için kullanmıyorsa kan beynime sıçrıyo, eğer pembe'yi ya da o pembe olan şeyi çok sevdiğinden bahsederse o kan beynimden uzun süre gitmiyo.
sevmediğim insanlar pembe giydiği zaman çıldırıyorum! sevdiğim insanların pembe giymesi bile bazen çekilmez oluyo
aldığım pembe şeylerden yüzlerce, binlerde daha üretildiği gerçeği beynimi kemiriyo
pembe'yi başka renklerin solmuşu olarak düşünenlere çok ama çok kızıyorum
annemin bana "her şeyin pembe, artık daha fazla pembe bir şey alma" demesinden nefret ediyorum
ve evet her şeyim pembe, zaten her şey pembe olmalı
pembe gözlük de istiyorum
ağaçlar da pembe
sıkılmıycam da pembe'den,
çok değişken bi insanım ama bunca duygusal şey yaşadığım hiç bir şeyden sıkılmam ben!
çünkü pembe giydiğim zaman mutlu oluyorum
o an minicik bi pembe aksesuarım olsa da huzur doluyorum
canım sıkıldığında kafamı kaldırdıım anda bi tabelada veya güneşte veya herangi başka bir insana ait olmayan bi yerde pembe görünce neşem yerine geliyo
pamuk şekerlerin pembe olmasını seviyorum
ve rocco'nun en çok sevdiğim lolipop'u vişnelisi tabiki de
ve çilek aromalı her şeye tapıyorum
arkadaşlarımın bana yaptıkları albümleri pembe cd'ye kaydetmelerini seviyorum
pembe derken dudakların kenetlenmesini ve en sonunda özgür kalmasını seviyorum
ben pembe'yi sanılandan da çok ama çook seviyorum!

kronolojik olarak büyümek

zaten insana varlığını ve devamlılığını hissettiren türde bir şey değil, bir de ailenin en küçük çocuğu olmam, etrafımdaki herkesin "15 yaşında gösteriyosun" demesi, büyük gösterebilmek için makyaj yapıp aynaya baktığımda büyük göstermek için fazlaca boyanmış küçük bir kız gördüğümden, ben hiç hissetmedim.
gerçi bir çok insan için çok büyük değil ama bir çoğu için de büyük, bunu kabul etmeliyiz.
5 ay sonra yaşımın onlar basamağı 2 olucak.
bu artık bir teenager olmadığım anlamına geliyor.
bunalıma girmiş değilim, rahatsız da oluyor değilim. her şey olması gerektiği gibi devam ediyor ama ilginç, evet öyle.
mesela "ohaaa kıza bak daha 16 yaşında, nasıl dans ediyor!!" gibi tepkilerden sonra bir saniye düşünüp "oha 3 yıl geçmiş benden." gibi şeyler aklıma geliyor. ya da inanılmaz memnun bir şekilde birine arkadaşınızı "bu benim 13 yıllık arkadaşım:)))" diye tanıttığınızda iç sesiniz "13 yıl öncesini hatırlıyorsuuuun...!!!" diyor. ilginç işte.
bunlar arada olan, ama çok da üzerinde durulmayan şeyler.
her şey vh1 da 100 gratest songs of 90's programını izlerken patlak verdi. şarkıların yüzde 90'ını biliyor oluşum beni dürttü. bütün klipleri hatırlıyorum, hatta bazılarının sözlerini bile biliyorum.
neyse sonra sakinleşip anneme "90 lardaki şarkılar ne kadar güzelmiş di mi yaa." dedim, o da bana "artık 90'lar da var demek... çok acayip geldi bu bana." dedi ben de "nerdeyse ikibinler oldu ehii" diye sırıtırken gene iç sesim kendini eğlendirecek bir şey bulup bana "90 ların üzerinden 7 yıl geçti, hahaa" dedi.
90 lar bittiğinde "ahhahaa artık benim de hatırlayabileceğim, tanık olduğum bir müzik dönemi oldu" diyordum. ama üzerinden 7 yıl geçmiş olduğunun kesinlikle farkında değildim. haber programlarında "2000' e 3 kala yaşanan rezalete bakın sayın seyirciler." dedikleri zamanları hatırlıyorum ben.
böyle şeyler işte... büyüyorum. bildiğim şarkı sayısı çoğalıyor, duyduğumda nostaljik bir şekilde hüzünlendiren şarkılar çoğalıyor, yaşadığım saniye sayısı çoğalıyor, tanıdığım insan sayısı artıyor, gördüğüm yaşadığım, tattığım, kokladığım her şey çoğalıyor. sanki bir süre sonra bunları bir düzene sokamayacakmışım gibi geliyor. ilginç işte.

Friday, January 25, 2008

music is my best friend demiş css

ne zaman böyle bana tek başıma oturup müzik dinletecek bir şey yaşasam tam da müzik çalarımı açtığım ve shuffle a bastığım anda gelen ilk şarkılardan birinin tam da duymak istediklerimi söyleyen şarkı olması beni ilk başta acayip duygulandırsa da, bir süre sonra dönüp baktığımda çok hoşuma gidiyor. bahsettiğim olay son 4 aydır geçerli, onun öncesinde de bu kadar sık olmasa da genellikle başıma gelen bir şeydi. tam da bu noktada en iyi arkadaşımın müzik olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Thursday, January 10, 2008

dil

“Kaç yıldır ingilizce biliyosun?” sorusu milli eğitime bağlı okullardaki yabancı dil eğitiminin ne kadar saçma olduğunu görmemi sağladı. (diğer pek çok şeyin eğitimi gibi... 3 kere osmanlı tarihi, 2 kere inkılap tarihi, 3 kere islamiyet öncesi türk tarihi gördüm mesela.)

4. sınıfta,ilköğretimin 8 yıla çıkarılması üzerine ingilizce eğitimi almaya başladım. 10 yaşındaydım. 5,6,7 ve 8. sınıfta ingilizce dersi almaya devam ettim. Ne zaman neler öğrendik, ortaokul bittiğinde neler biliyordum tam hatırlamıyorum. Heralde 5 senede ya sbj+have+v3 cümlelerine başlamamıştık ya da başlayıp az bir şey görmüştük. Bir şey öğrenebileceğim en verimli yıllarımı, ergenlik çağı öncesi yıllarımı böyle harcamışlar. Sonra anadolu lisesini kazandım ve bir sene hazırlık okudum. Sınıfta hayatında hiç ingilizce öğrenmemiş insanlar olduğu için en baştan başlamak zorunda kalmıştık. Kendimi hazırlık atlayabilecek kadar yeterli görmediğimden hazırlıkta kalmayı tercih ettim. Hem bildiğim konuları işlerken rahat ederim hem de zaman ilerledikçe bildiklerimin üzerine çıkarım diyerekten. Bütün bir yıl ingilizce. Yıl bittiğinde kendimi ingilizce biliyormuş gibi hissediyordum. Bir sürü şey yazabiliyor bir sürü şey okuyabiliyor biraz da konuşabiliyordum. Sonra okul değiştirdim. 1. sınıfta mature kelimesinin “meyçır” diye okunduğu konusunda bizimle inatlaşan hocamıza ingilizce öğretmeye çalışıyorduk. 1. sınıf bittiğinde hazırlıkta yazdığım yazıları okuyamaz hale gelmiştim. Malum, tekrar etmezsen yahut kullanmazsan unutuyorsun. 2. ve 3. sınıfta öyle bir hoca girdi ki bizi advanced düzeyde ingilizce biliyor sayıp bize dilin inceliklerini, kelime anlamlarının küçücük farklarını, cümle yapılarının hangi koşullara göre ayarlanması gerektiği üzerine incik cincik bilgiler vermeye başladı, tabi ben şahsen sınavlarda dökülüyordum. “Bana ne formal yazmam gerekiyoken benim yazdığım cümle bi kelime daha ekledim diye informal olmuşsa, ben kelimeleri yerleştiremiyorum daha baksana” diye isyanlardaydım. Sınav notlarım 2-4 arası değişiyordu. Hoca çabamı taktir ettiğinden, ki gerçekten çok uğraştım kimi zaman, kanaatimi bol kullanır karneme 4 verirdi. Ama hiç bir zaman bir sınavdan 5 almadım karneme de 5 getiremedim. Ta ki son sınıfın 2. dönemine kadar. Ben yine karneme 4 gelcek diye beklerken ortalamamın beklediğimden yüksek gelmesine şaşırıp “Kim yüksek not verdi yahu?” diye baktığımda ingilizcemin 5 olduğunu gördüm. Gittim hocamın boynuna atladım. “O kadar uğraştın elif, artık bi 5 hakediyodun” dedi bana “neden?” diye sorunca. Neyse çok detaya indim ama mutlu bi hikayedir benim için, paylaştım. :) lisede hiç 5 alamamış olmam beni o kadar geri motive etmişti ki üniversitede hazırlık atlama sınavına bile girmeyip direk hazırlığa kaydolmuştum. Devamsızlık çok esnek olduğundan da hiç bir derse gelmemiştim ve sene bittiğinde ingilizce bilmediğimden emindim.

Ama şöyle bir bakınca 10 sene ingilizce eğitimi almışım.

Hayatımda ilk defa 2 hafta önce birisiyle uzun uzun ingilizce konuştum. Ve o zaman farkettim ki anlıyorum ve konuşuyorum. O karmakarışık dil öğretme sistemlerinden, farklı farklı hocalardan, sınavlarda yaptığım saçmalıklardan, filmlerden, şarkılardan ordan burdan, şükürler olsun ki 10 senede bir şeyler biriktirebilmişim.

Ama şöyle bir kez daha dönüp bakınca 10 sene içinde ingilizceyi 10 kere yalayıp yutmam ya da ingilizceyi bir kez yalayıp, yutup, en azından 2 tane daha dili güle oynaya öğrenmem gerekirdi.

“Dil bilmek önemlidir, ingilizce yetmez başka diller de öğrenin” diyip duran büyüklerin hazırladığı sistemlerde 10 sene boyunca ingilizce eğitimi olması ilginç.

Ha suç bende de var, ingilizceyi kendim öğrenip, sonra yine kendim başka diller öğrenmeye başlayabilirdim, yapanlar var. Ama ne bileyim ben. Küçüktüm hem. Yani, daha küçüktüm. Başka şeyler umrumdaydı.

“Şimdiki aklım olsaa...”

Bir de “Zararın neresinden dönülse kârdır” derler, ne mutlu ki. Şu aralar dönmeye uğraşıyorum. Ama resmen kendimi 30000 parçalık tek renkli bir puzzle’ın parçaları önünde oturuyormuş gibi hissediyorum. Şansıma, fiilleri hem özneye hem de cinsiyete ve kişi sayısına göre çekimlenen bir dil seçmişim. Şansıma inat da ettim.

5 dil bilen hocam diyor ki: “Birbirini çok iyi tanıyan çiftler eğer çok derin konular tartışmayacaklarsa, onlara anlaşmaları için 500 kelime yeter. Sandığın gibi, 20000 kelimlelik sözlükten 4000 tanesini bilmene gerek yok yani. Biz şimdi başlıycaz, alfabeyi ve telaffuzu öğrenirken sen zaten 500 tane kelime öğreniceksin. Sonra sana paragraflar vericem, karşısına türkçesini yazıcam, sen onları okuycaksın. Sonra basit kitaplardan başlıycaz. Okudukça gramer kuralları kafana yerleşicek. Sonra gramer kurallarını açıp baktığımızda sen yavaş yavaş ilerlemek yerine uçucaksın ve çok kısa bir sürede dil öğrenmiş olucaksın.”

Ben bilmiyorum. Ben dili böyle öğrenmedim. Ben dili 10 senede öğrendim. Hala da öğrenicek çok şeyim var. Adamın bana olan ve kendine olan güvenine hayran oldum. Kendi söylediklerinin doğru olduğundan emin gibi, değil diyemem asla, 5 dil biliyor. Benim kendi söylediği gibi bir yolda ilerleyebiliceğime de emin gibi ki çok ilginç ama “ben bilmem beyim bilir” dedim ve kendimi onun ellerine bıraktım. Ne derse yapıyorum. Y harfinin sesli harf olduğunu kabul etmek zorunda da olsam, h harfini gırtlaktan da çıkarsam, o acayip e sesini çıkarmak için şekilden şekile girip çevreye rezil de olsam girişmiş bulundum. Umarım tamamlarım.